UMUTTEPE Yayınevi, Kocaeli, 2018
Okuyucuya sunulan bu eser, çağlar boyunca hiçbir zaman kesitinde önemini kaybetmeyen zenginlik, güç ve iktidar metaı olan Altın’ı
konu edinmiştir. İlkel çağlardan günümüz modern toplumlarına varıncaya kadar hem bireylerin hem de devletlerin ekonomilerinde en küçük
ağırlığına bile önem verilmiş, korunmuş, uğruna savaşlar yapılmış bir
madde olan altına sahip olmak, bir tutkudur.
İlkel toplumların altına verdiği önemi arkeolojik bulgulardan anlıyoruz. Altını yer altından çıkarmak için insanlar bir diğerini köleleştirmişler. Kölelikten kurtulmak için hemcinsini köleleştirmeyi uzunca bir
dönem başarı kabul etmişler. Antik çağlarda Yunanistan’ın Perikles’i,
Mısır’ın Ramsesi, Makedonya’nın Büyük İskender’i fethettikleri ülkelerin altın ve gümüş kaynaklarını ele geçirmede başarısı ile dünya sahnesinde isim yapmışlardır. Onlar hazinelerinde biriken altın ve gümüşler
sayesinde büyüdüler, para bittiğinde de küçüldüler.
“Değerler, bir altın sikke karşı kaç gümüş sikke eder?” sorusunun
cevabında düğümlendi. Külçeler halinde istiflenen bu maden, takas
ekonomisinin yerine para ekonomisinde de aynı görevi gören ancak,
değeri daha düşük bir maden olan gümüşle birlikte dolanıma sokuldu.
İlk çağlarda altın egemenliğini sürdürdü Kartacanın zenginliğini
sömüren Roma İmparatorluğu döneminde altın yine başattı. Afrika’dan
Roma’ya, Roma’dan Pers’e oradan da Çin’e uzanan “altın yolu” bir
döngü halinde akıyor, el değiştiriyordu. İmparatorluklar altın madenlerindeki kölelerin çabaları sonucu veya talan ettikleri altınlarla hazinelerini doldurdular. Altın yüklü kervanlar, yelkenli kalyonlar dolanıp
durdu. Yenileri üretildi eski istiflere eklendi. Eski mesleklerden olan
8
sarraflık, kuyumculuk, cehbezlik, bankerlik her zaman gözde mesleklerdendir. Bilim geliştiyse herhangi bir madeni altına dönüştürmek
amacıyla çaba sarfeden simyacılık sayesinde gelişti. Altın tutkusuyla
geliştirilen bu uğraş, daha sonra Simya’dan Kimya’ya dönüştü.
Mısır, Babil, Hititler, Asurlular, Atinalılar, İskender ve onların ardılı olan Batı Roma İmparatorluğu; Galya’dan, İspanya’dan, İngiltere’den ve Kuzey Afrika’dan gelen başı bozukların meydana getirdiği
karışıklıklar sonucu 410 yılında yıkıldı ve soyuldu. Bağımsız devletlere ayrıldılar. Doğan yeni güç Bizans, onun yerine devam etti. Ortaçağ
410 yılında başladı. Bin yıl devam eden uzun bir dönemde, parçalar
halindeki Feodal yönetimlerin üzerindeki birer çatı olan Bizans, Pers
İmparatorlukları ve daha doğudaki Çin İmparatorluğu, bu dönemin süper gücü olma yarışında birbirlerinin rakipleriydilerr. Batı gümüşe,
doğu ise altına aittir. Onlar biribirine girsinler, bu arada yeni bir güç
doğdu. O da İslam’dı. İslam; önce İran’ı Çin’e kadar fethederek hazinelerine malik olduktan sonra Bizans’a komşu ve rakip oldu. Müslümanlar Akdeniz’in iki ucunu birleştirerek Atlas okyanusundan Çin’e
kadar olan yerlerin tartışılmaz hakimi oldular. Bazen savaş bazan da
barış yoluyla, hazinelerdeki zenginlikler el değiştirdi. Bizansın altın dinarlarından, Persler’in gümüşten dirhemlerinden epeyce ganimet ele
geçirilmiştir. Savaşlar, antlaşmalar, barışlar sadece zenginlik için ve
özellikle tutku haline gelen altın içindi. Gökyüzündeki bulutlar nereye
gitsin, dönüp dolaşacağı yer kralların, sultanların ve imparatorların hazinelerine altın ve gümüş olarak dönerdi.
Ticaret gelişti, Avrupa’da İtalya’ın Bari, Napoli, Salerno, Cenova,
Pavya, Milano, ve Venedik limanları orta boyutlarda liman kentleri haline geldi. Onbirinci yüzyılda Müslümanlar’la bu kentler dolup taşıyor
ve ticaretle zenginleşiyorlardı. Haçlı seferleri sayesinde Venedik’in adı
“Altın Venedik” lakabıyla anılırdı. Müslüman olmayan dünyanın eline
daha fazla altın geçince Kiev, onuncu yüzyılda kendi parasını bastı.
Onbirinci yüzyılda İtalyan kentleri, Sicilya altın parasını taklit ettiler.
9
Onikinci yüzyılda Alman İmparatorları ve piskopasları altın denarius
kestirmeye başladı. Floransa Florin’i 1252’de çıkartmıştı. Bir süre
sonra Venedik Ducat basmış, ardından İspanya Pistole, İngiltere
Noble, Fransa Louis ve Almanya da Gulden adlı paraları basmışlardır.
Bu paraların tamamı altındı. Bu arada para basma yaygınlaşınca hilesi
olan kalpazanlık da beraber gelişti.
Para basma hakkı Senyör’lerin hakkıydı. Bu hakka, eski paraları
toplayıp eriterek bir karışım oluşturmak yöntemiyle, yeni para basmak
kârlı bir işti. Şöyle ki; yeni paranın değeri düşüyor ancak yeni paranın
nominal değerini kendi belirliyordu. Paranın imalat maliyeti ile nominal değeri arasındaki fark senyörde kalıyordu. Buna para ekonomisinde
senyoraj hakkı deniyor. İlginçtir; çünkü bu kavram modern ekonomilerdeki enflasyonun da kaynağıdır. Yani fiyatlardaki artşın nedenidir.
Paranın değeri düşer ancak fiyatlar yükselir. Altna dönersek; altın madeninin bulunmadığı ükelerde durum daha da vahimdir. Bu durumda
otoriteler altının ülkeden çıkışını yasakladılar. Daha sonra bu politikalara Merkantilizm denilecektir.
Ticaret sınır tanımaz. barışta artar, savaşta da fırsatlar yaratılır. Fırsatlar peşinde dolaşan girişimciler,tüccarlar, sarraflar ve bankerler mesleklerini yapmak için tam zamanını kollarlar. Altın yoksa yerine para
benzerleri çekler, senetler, poliçeler devreye girer. Giderek hazinedeki
altına dayanan değerli kağıtlar altın yerine ikame edilir. Bu yöntem, hem
Avrupa’da hem de İslam diyarlarında, Çin’de, Hindistanda yaygın şekilde kullanıldı. Modern çağlarda yapılan tüm finansal işlemlerin tamamı uygulama alanı bulmuştur. İslam ülkelerindeki finansal sorunlara
daha esaslı çözümler bulunmuştur. İslam hukukunda “Havale”, “Mudaraba”, “Rehin”, “Kefalet”, “Selem” bahisleri, tüm ortaçağ sürecinde geniş şekilde rahatlatıcı önermelerde bulumuştur.
Ortaçağ 1453’te İstanbul’un fethiyle sona erdi Yeniçağ başladı. Avrupa’da Reform ve Rönesans gerçekleşti. İlerleyen süreçte, neredeyse
10
hemen her alanda amaçlar, araçlar, kurumlar, kurallar değişti, gelişti.
Ancak, altının ekonomideki fonksiyonu değişmedi. Daha sistemli hale
geldi. Tüm dünyanın gidişini etkileyen Fransız Devrimi ile Yakınçağ yeşerdi, Sanayi Devrimi ile de yeni üretim biçimleri yayıldı, eskiye dair ne
varsa mordern anlayışla restorasyona tabi tutuldu. Modernliğe ayak uyduramayan ülkeler, diğerlerinin sömürgeleri olarak kaldı. Sömürülen
şey; altındı. Onbeşinci yüzyıldan yirminci yüzyılın ortalarına kadar ekonomide «Altın Standard»ı devam etti. Birinci ve İkinci Dünya savaşları
sonrasında birtakım aksaklıklara rağmen bu satandart devam etti. Yirminci yüzyılın son çeyreğine kadar teorik alanda devam eden tartışmaların temelinde hep bu kavram vardı.
Altın stanadardından 1970’li yıllarda tamamen ayrılmak zorunda
kalındı. Ekonomiler teorik tartışmalara boğuldular. Sınama yanılma
yöntemlerini uygulayarak en doğrusunu bulamaya çalıştılar. Ancak, altından gerçekten vazgeçildi mi?
Yapılan bu çalışma bu soruya olumsuz cevap vermektedir. Bugün,
dünyanın gelişmiş G8 ülkelerine bakıldığında, GSMH bakımından enyüksek değerlere sahip ekonomiler, aynı zamanda da, ençok altın rezervine sahip ülkelerdir. Küreselleşmiş dünyada ulus ötesi şirketlerin
etkisi, günümüz ekonomilerine her alana sızmıştır. Bu şirketler gelişmekte olan ülkelere yaptıkları yatırımlarından, kendilerinin ekonomik
çıkarlarından öte neyi düşünebilir ki ?
Ülke hazinelerindeki rezervlerde iki şey biriktirilmektedir: Döviz
ve altın. Örneğin 2008 finansal krizde dolarlar nereye gitti? Çin’in hazinesine gittiği anlaşıldı. Uyuyan dev ekonomi uyandı. Anlaşıldığı kadarıyla Çin ekonomisi gelecek yüzyıla hazırlanmakta bu hedefe yönelik de altın toplamaktadır. Türkiye ekonomisinde karar vericilerin gözünden bu kaçmamış, son dönemde altın toplama amacına yönelik yeni
finansal araçlar üretmeye çaba sarfetmeye başlamıştır. Kur politikalarının yanında altına dair özel önem verilmesi gerekir.